26 Ocak 2017 Perşembe

Yağmurname...


Bir kitabevinde , binlerce kitap ve yüzlerce yazar arasında olmanın derin bir hazzı vardır.Gönül dilinden en iyi onlar anlarlar.Kimle muhabbet etmek istersen , arar bulursun raflarda ve açıp kitabı üç beş dakika koyuverirsin kendini.Bir bakıma anlamlandıramadığınız duygu ve düşüncelerinizin başkaları tarafından izah edilmesi , bizi mutlu eder.
     Yusuf da bu engin okyanusta boğulmaktan pek şikayetçi değil bilhassa pek memnundur.Rafları ağır ağır süzerken gözüne bir kitap takılır."Otobüsname".Kitabın kapağını görür görmez eline alıp bir kaç sayfa çevirdi, ne yazdığını pek merak etmiyordu. Çünkü az çok ne yazdığını tahmin edebiliyordu. Yinede almaya teşebbüs etti.Elini cebine attığında tek parça bir beşyüzbinlara ve bir kaç bozuk metal paradan başka bir şey çıkmadı.Yüzünde hoşnutsuzluğunu gösteren bir ifade vardı.Utana sıkıla son parasını sigara ve çaya harcadığını hatırladı.Yüzünde ki çizgiler daha belirginleşmişti."Otobüsname".Bu ismi duydukça içinde bir pişmanlık velvelesi kopuyordu.
     Kenar mahallede oturan Yusuf ,  lise ve üniversite yıllarında okula gitmek için hep belediye otobüslerini kullanıyordu.Bazen hayatının kaçta kaçının veya kaç saatinin otobüslerde geçtiğini düşündükçe önüne çok uzun bir zaman çıkıyor ve şaşırıyordu.Tahminen ömrünün sekiz ayla bir senesini otobüslerde geçirmişti.Hayatının otobüslerde geçen kısmında, en güzel ve en kötü anılarını otobüs koltuklarında bırakmıştı.
     Sabah erkenden yola çıkar , çoğu zaman bir öğrenci bazen bir işçi bazen bir amele bazen bir hamal bazen de bir esnaf olarak yola çıkardı.Otobüs durağına kadar on dakikalık bir yürüyüş. Bu onun en sevdiği bir kısımdı.Sabahın ayazında üşümüş elleri ceplerinde , dilinde ise her zaman yeni yazdığı veya ezberlediği bir şiir olurdu. Kimi zaman ise dilinde bir türkü veya ıslıkla kuş cıvıltılarına eşlik ederdi. Ve işin en sıkıcı kısmı gelirdi , "Otobüs beklemek". Otobüse  hep bir selam ile girer, kendine pencere kenarı ve en arkada bir koltuk bulurdu. Kışın otobüsün buğulu camlarından ,  baharda cama çarpan yağmur damlalarından dışarı seyre dalardı.Fakat aklı hep başka yerlerde olurdu. O an göğsünde bir şeylerin kabardığını hisseder, kafasında kelimeler uçuşmaya başlardı. Durakta, heyecanlı umut dolu bakışlarla bekleyen çocukları seyretmeye doyamazdı. Her gün aynı duygu gelir onu bulurdu. Gitmenin verdiği hüzün ve dönmenin verdiği huzur. Kafasında çoktan beri planladığı bir düşünce olurdu. Evden çıkışıyla başlayıp otobüs yolculuğuyla devam eden ve sadece otobüs yolculuklarını kapsayan bir öykü yazmak. Otobüste iken bu öyküyü tasarlamaya çalışır fakat her zaman akla gelen başka bir düşünce bu tasarıyı yer bitirir ona unuttururdu. Düğmeye basar, durak gelmeden hazırlanır ve indiğinde kendini dünyanın içinde bulurdu.
      Kitaba uzun uzun baktı. Kitabın ismini defalarca  okudu. "Otobüsname". Yazmayı düşündüğü bu kitaba "ne güzel bir isim olurdu." diye iç geçirdi. Fakat bu ismi bulmaya geç kaldığından dolayı bir hüzün onu sarıp sarmaladı.  "Olsun...!" dedi, "ben de başka bir isim bulurum" diye kendini kandırmaya çalıştı ama içinde artık , ne bu öyküyü yazma hevesi ne de isim bulma hevesi kaldı. Kitabı tekrar aldığı yere düzgünce bıraktı. İçindeki burukluğu kimse hissetmemişti , selam verip sessizce ayrıldı.
     Dışarıda yağmur yağıyordu. O ise yürümek , yürümek , yürümek istiyordu. Ne zaman bir yağmur yağsa tarifi imkansız bir aleme gidiyor oradan dönmemek için yağmurda yürüyor , yürüyordu. Yağmurun her tenine dokunuşunda içindeki hüznün yaramaz çocukları durmuyordu. Ağlamaya yakın bir yüz ifadesiyle yürüyor , gözlerindeki ışıltıyı yıldızlar bile kıskanıyordu. Bir de üşümese bütün gün yağmur altında kalmaya hazır ama titreyen ellerini , söndürüp sigarasını, bir süre cebinde saklayabilir. Yağmur niçin onun için bu kadar anlamlı tam olarak kendiside tarif edemiyor. Tek düşündüğü sadece o anı yaşamak , sırılsıklam olana kadar, kendinden geçene kadar. Gözyaşı yanaklarındaki yağmur damlalarına karışana kadar ıslanmak. Yağmurun yağarken çıkardığı seda onun için dinlediği tüm müziklerden daha etkili ve daha anlamlı . Hele bir de bir dostu beklerken veya bir dosta giderken ıslanıyorsa , göğsü bambaşka anlamlarla dolup taşar. Ve geçip karşısına "İşte ben geldim , yağmurla beraber..." der.
   Ayakkabısının yırtık olan sağ tarafından su almaya başlamıştı. Ama hiçbir engel onu bu mutluluktan alıkoyacak gibi durmuyordu. Yağmur hafiflemeye başladığında bir sigara daha yaktı. Her yer sırılsıklam olmuştu ve burnuna toprak gibi şiir kokuyordu. En son yağmurda ne zaman yürüdüğünü düşününce aklına "o gün " geldi. Göğsünün daralmasıyla ağızdan çıkan dumanın büyümesi bir oldu.
      " Bir gece rüyasında yağmurda sırılsıklam ıslandığını görmüştü. Yağmur bardaktan boşanır gibi yağıyor, o ise beyaz mintanının düğmelerini çözüp göğsünü göğe dayayıp, kollarını sonuna kadar göğe açıyordu ve ağlıyordu.
Bir gün sonra Fakülteye gitmiş görmeyi istemediği bir olaya şahit olmuştu. Önce yağmur altında titrek elleriyle bir sigara tutuşturmuş daha sonra yağmurun içine dalıp gitmişti. Üzerinde beyaz mintanını görünce aklına gördüğü rüya gelmiş ve bugünü unutamayacağını ona sezdirmişti. Yağmurun altında yarım saat kadar yürümüş sırılsıklam olmuştu. Şemsiyeyle yanından geçen insanların tuhaf bakışlarına şahit olmuş, otobüs duraklarında yağmurdan sığınan insanların ; "deli midir , nedir ?" sözlerine kulak misafiri olmuş ama durmamış yürümüş, yürümüştü...Gözünden düşen tek damla gözyaşını , elleriyle yanaklarına silerek kimseye sezdirmemişti, ağladığını."
      Siyah uzun paltosunun yakasını kaldırıp , etek kısmını hafifçe esen rüzgara bırakıp , kendisini akşamın ilk karanlığına bıraktı. Sanki göğsünde ağır bir yük taşıyormuş gibi. Gözlüğünün ıslanan camlarını silse , sanki akşamın ve yağmurun büyüsü bozulacakmış gibi hissediyor ve silmiyordu. Eve binmek için otobüse bindiğinde aklına yine o kitap geldi. Geç kalmışlılığın verdiği ızdırabı tekrar yaşadı. Pencereden dışarıyı seyretmek istedi fakat kalabalığın içinde orta bir yere sıkışıp kalmıştı.
    Yorgun argın ve içinde tatlı bir huzurla eve vardı. Vaktin çıkmak üzere olduğunu fark edip namaza durdu. İçindeki huzurun hat safaya çıktığını bütün hücrelerinde hissediyordu.Yağmurun da verdiği huzurla secde ve rükularda içindeki haz şahlanıyordu. Namazdan sonra hep aynı cümleyi tekrarlıyordu. "Ya rabbi , seni seviyorum , Ya rabbi seni seviyorum."
     Bunların üstüne neyin iyi gideceğini biliyordu. Bir çay demleyip başına geçti. Bir yandan çayı yudumlarken bir yandan da kendi kendine hep aynı soruyu soruyordu: "Yağmuru niçin seviyorum ". Kendisine çağrışım yapan bir çok sebep olmasına rağmen tam olarak bu soruyu cevaplayamıyor, bu da canını bir hayli sıkıyordu. Bu soruyu düşünürken başka bir düşünce bu soruyu bir anda kafasından silmişti. Sevdiği ile yağmuru kıyas etmeye başladı. Yağmurun yağışı , yarin gelişi. Yağmurun duruşu , yarin gidişi ve derin bir hüzün. Yarin ve yağmurun verdiği huzur. Yarin ve yağmurun sesindeki kulağa gelen aynı tını. Yağmurun yağışındaki tatlı coşku ve yarin tebessümü. Geceleyin bir yağmur sonrası şehrin parıltılı ışıkları ve yarin gözlerindeki aynı ışıltı. Ve daha bunun gibi bir çok şey geldi aklına. Sonra ne yarini yağmurla , ne de yağmuru yariyle kıyaslamayı uygun görmeyip , aklındaki bütün düşünceleri silip , balkona yağmurun sesini dinlemeye çıktı.
    Yağmur iyice azalmış tek tük atıştırıyordu.Ve her bir yağmur damlasının ağaç yapraklarına çarparak çıkardıkları o tatlı ses duyulabiliyordu. Ve yağmurun  yol üzerindeki su birikintileri ile oynayışışını izlemekten mutlu oluyordu. Şehir, ıslanınca bir başka güzel görünüyordu ona. Bir anda içinden bir anısı kopup geldi aklına.
     Bir kaç sene önce İstanbul'daki bir kaç dostunu ziyaret etmek için bir otobüs yolculuğuna koyulmuştu. Yolculuğun büyük bir kısmını kitap okuyarak ve uyuyarak geçirmişti. Hostes , İstanbul'a girdiklerini söylemiş fakat o sabaha yakın bir saatte karanlıktan pek seyredememişti . Kısa bir şekerlemeden sonra Harem'de durmuşlardı. Mahur gözlerini ovalayarak kendine gelmişti. Otobüsten inişleri sabahların ilk saatlerine denk gelmişti. Dışarı çıktığında yağmur yağıyordu. Ve otobüsün teybinden MFÖ'nün bir şarkısı çalmaya başlamıştı. "Bu sabah yağmur var İstanbul'da , gözlerim dolu dolu oluyor , bilinmez niye , anne sözü dinler gibi sakin , bu sabah..." Bu tevafuka mı sevinsin , yağmura mı sevinsin yoksa karşısındaki manzaraya mı bilemiyordu. Boğazı karşıdan görüyor, karşısında kız kulesi kendine bakıyordu. Buranın Üsküdar olduğunu öğrenince hepten geçmişti kendinden. O yağmur , o müzik , o sabah ve İstanbul... İstanbul ağlıyor, boğazda tekneler bir o yana bir bu yana sallanıyor. Martılar yine simit kovalıyor , o ise buradan kopamıyordu.
    Balkonda üşümeye başlamıştı. Elleri titriyor, ayakları titriyor, gözleri titriyor ama bir türlü alamıyordu kendini yağmurdan. İçinden bir hayal kopup geliyor, o gidiyor başka bir hayal gelip göğsüne yuva kuruyordu. Bir tebessüm belirdi yüzünde. Bu tebessüm yağmura idi. Başını okşayıp sevdiği çocuklar geldi aklına. Bir çocuk gibi seviyordu sonra kendisi bir çocuk oluyordu.
     Artık soğuğa dayanacak hali kalmamıştı. Bir şiiri okumaya başladı. "Hep o yağmurlarla kal...hangi yağmurda ıslansam, damlalar kelime kelime çözülüp toprakta, bana seni hatırlatmalı, ben bu beton yürekli şehrin bir tek yağmurlarını sevdim, giderken arkanda bıraktığın , öyle bir tebessüm bırak ki zamana, yağmurlar gözlerinde akislensin, yağmurlar ve sen, ben yıldız tavan altında çoban, benden sorulmalı yıldızlar ve zaman, benden sorulmalı gözyaşı ve kan, benden sorulmalı, her yangın yürek sonrası, bir yağmur yağmalı, bana seni hatırlatmalı, giderken arkanda bıraktığın...hep o yağmurlarla kal..." dedi ve sustu.Uzağa bakan gözleri dolmuştu.Bir kaç dakika öylece kaldı.Çömeldiği yerden kalkıp uzaklara bir el salladı,bir de selam uçurup, içeri girdi.
     Saatine baktı. Sabah yaklaşıyordu. Yazı yazarken vakit nasıl geçiyordu bilememişti. Bugünkü yaşadığı " Otobüsname" burukluğunu ve yağmurun kendisi üzerindeki etkisini uzun uzun yazdıktan sonra bir de başlık bulmalıydı bu yazıya. "Yağmurname" diye bir kitap yazılmadığına göre bunu kullanabileceğini düşündü. Başlığı yazıp son noktayı koydu , başladığı her işi bitirmesine yardımcı olan Rabbını hamdederek.

19 Ağustos 2015 Çarşamba

İki Çirkin Adam-5

Bir çirkin adam ki
Omuzunda büyük torbalar taşıyan
Sessiz, vakarlı, ketum
Tasvirine sözcükler aratan
Güzele yanaşmayan ağız tadıyla
Bir o kadar acemi sevdalara
Uçuyor, uçuyor kanadı kırık
Muhtaca ekmek dağıtan torbaları delik
Ama omuzunda yük ağır
Kazma vurduğu dağlar kalleş mi kalleş
Avutkan bir kaç söz var dilinin ucunda

Başka bir çirkin adam ki
Farkı yok onunda çirkinlerden
Güzelliğe bulaşınca elleri
Yıkıyor, dev dalgalar koparan gözleri
Ölüyor dirilmeye
Sonra
Durup dikiliyor, durmadan susuyor
Ağlayacak şimdi tutuyor kendini
Geçmişe el sallayıp
İki çirkin adam

"Cahid Emre"

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Senaristlerin Ahlak(!) Savunması


Biliyorsunuz önceki yazılarımda televizyon yerli dizilerinin ahlaksızlığı üzerine bir kaç yazı paylaşmıştım. Toplumu dejenerasyona uğratan bu dizilerle ilgili rahatsız olan tek ben olmadığımı biliyordum. Google’dan kısa bir tarama yaptım. Aynısını sizde yapabilirsiniz. Yaptığım eleştirilerin belirli bir ideolojiye yada dine dayanmadığını görmek beni bir hayli mutlu etti. Gördüm ki dini hassasiyetleri en yüksek kesimlerden sol ideolojinin en radikal kesimlerine kadar her kesimin bu konuda yüksek dilden şikayetleri var. Toplumu temsil eden her kesimden oluşumlar, populist yaklaşımlarla topluma ayar çekmeye çalışan bu %5’lik bile sayılmayan entel dantel senarist bozuntularının arkalarına aldığı kartel desteği ile tolumu bilinçaltı yöntemleri uygulayarak dönüştürme çabalarından rahatsız.

Acaba senaristler ve destekçileri ne düşünüyor derken kendi kendime bir kaç röportaj ve makaleye denk geldim. Benzer eleştirileri bir çok kez almışlar ki, sanki çalışıp kendilerine bir savunma mekanizması kurmuşlar. Kısaca özetleyecek olursak şunları söylüyorlar.

“Toplumun dizilerle bozulduğunu iddia eden insanlar kendilerine toplumun üstünde gören ahmaklardır, asıl zararı topluma bunları verirler. Bizim dizilerimiz çok ahlaksızda toplum çok mu masum, biz toplumun içinde yaşanmış olan durumları zıtlıklar oluşturarak ekrana yansıtırız, seyircilerde kendilerini bu zıtlıklar içinde buldukları için bizim dizilerimizi seyrederler. Toplumun masum olduğunu iddia etmek saçmalıktır, bütün ahlaksızlar bu toplumun içinden çıkmıyor mu?. Toplum bu ahlaksızlıkları barındırmasa bizim dizilerimizi değil, ahlaksızlığın olmadığı dizileri seyrederdi. Niçin bizim dizilerimiz reyting rekoru kırıyor.”

Öncelikli olarak toplumun en küçük birimlerinden olan bir aile reisi isem bu toplumla ilgili kaygılarımı dile getirdiğimde kendimi toplumun üzerinde gördüğüm anlamına gelmez.

İkincisi bu Türk toplumu olsun yada başka bir toplum olsun, her toplumun içinde elbetteki ahlaksızlığı üst seviyelere çıkaran bir takım münferit ahlaksızlıklar yaşanacaktır. Bu olumsuz olayın yaşandığı bir topluluğu ahlaksız toplum olarak tanımlamak en büyük ahlaksızlıktır. Toplum masumdur, masumiyeti bir takım olumsuz durumları da beraberinde getirir. Hiç bir toplumda bir erkeğin kız kardeşine tecavüz etmesi kabullenemez. O toplum kendi içinde yaşadığı bu feci durumu kendi içerisinde eritmesini gayet iyi bilir. Bird aha böyle bir olayın yaşanmasını önlemek için gerekli tüm tedbirleri alır ve kendini temize çıkarır. Ancak, böyle bir hadisenin yaşanmasının asıl ve temel nedeni toplumun içinde yatan ahlaksızlık değil, böyle bir ahlaksızlığın yaşanmasına sebebiyet veren etkenlerdir. Çektiğin her dizide en iğrenç ensest ve gayri meşru ilişkileri en güzel şekilde işleyeceksin, insanların bilinçaltılarını farkına bile vardırmadan bu suça karşı hazırlayacaksın, duygularını istismar edip içlerindeki şehveti körükleyeceksin, sonrada diyeceksin ki “toplum aklaksız”. Koçum benim.

Tavuk yumurta meselesi gibi tolumdaki ahlaksızlığın nedeni biz değiliz, toplum ahlaksız biz bunu çekiyoruz demek kuş kadar beyninizle masum bir toplumu kandırmaya çalışırsınız. Aslında, kendi içinizde battığınız bu ahlaksızlık batağında herkesi kendiniz gibi yaşıyor zannediyorsunuz. Herkes kendi yediğinden ikram edermiş, öyle derler. Sizler kendi içinde yaşadığınız pisliklerden ekranlarda seyirciye öyle güzel ikram ediyorsunuz ki, kimse garipsemesin sizin ne b.k yediğinizi . Biz de garipsemiyoruz zaten. Öyleye ahlaksız olan siz değil, bu toplumun cahil bireyleri(!). O yüzden kendimizi buluyoruz, bu ahlaksız dizilerde.

Evet, televizyonda bir çok dizi de var, bu ahlaksızlıkları içermeyen ve biz toplum olarak onları seyretmiyoruz. Çünkü o diziler her ahlaksız durumu sizin kadar güzel anlatamıyor.

Velhasılı kelam, özellikle genç dimaların duygularını sömürerek, çirkin olanı güzel diye anlatmanın, her dizide cinsel istismarda bulunarak, yanlış yönlendirmenin, subliminal mesajlarla beyin yönetmenin, subliminal mesajlara bile gerek kalmadan insanların bilinçaltıları ile oynayarak zihinlerine tecavüz etmenin, ensest ilişkilerle sapkın insanların zihinlerine girmenin, toplumsal ahlaki değerlerin içine etmenin hiç bir bahanesi yoktur. Sizler bu zihin mühendisliğine kalkışırsanız, her bina ykılışında bunun hesabını en ağır şekilde sizlere sorarız.

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Yersiz Bir Okul Dizisi Edepsizliği


Ey… yerli sinema ve dizi yapımcıları size sesleniyorum. Bu yaz çok geç kaldınız okul dizisi çekmekte. Bir tane yetmez, her kanalda okul dizileri istiyoruz. Niçin bu kadar zorlandınız anlamadım. Bir iki Amerikan filminden “coppy- paste” tamam. Fındık kadar beyninizle fazla bir şey üretmenizi beklemiyoruz, alışık olduğumuz ahlaksızlıklarınızda kendinizi ne kadar geliştirebilmişsiniz görmek istiyoruz.

Öyle bir okul dizisi çekin ki; dizi, hiç okulda geçmesin. Gençlere okumakla ilgili hiç bir kaygı ve endişe uyandırmayalım. Ancak okul koridorlarını bir korgu ve gerilim anında kullanabiliriz.

Bu dizide öğretmenlerin tamamı eski kafalı, halden anlamayan, gençleri sürekli yargılayan ve sürekli kendilerini tekrar eden insanlar olsun ki, öğrenciler onlardan bir şey öğrenmeye kalkmasın. Okulun en iyi hocası ise öğrncilerin her edepsizliğine hoşgörüyle bakan biri olsun ki herkes onlardan arasın.

Bu okul dizisinde mesela, kimse kitap taşımasın, Orhan Veli’nin ismi kimsenin yapamadığı kazık bir sınav sorusu olsun mesela. Herkes cep telefonlarıyla gezsin koridorlarda. Kitap taşıyan bir anadolu çocuğu olursa, tüm öğrencilere dalga geçirttirelim, kimse cesaret edemesin bir daha buna.

Başrole bir kız koyalım mesela, okulun en güzel kızı, zengin, güçlü ve okulun en yakışıklı erkeğiyle çıkan. O kadar güzel olsun ki mesela her edepsizliği hoşgörülsün başkalarının nazarında. Zeki olan, akıllı olan, edepli olan yıkılsın onun güzelliği karşısında. Ruhunu güzelleştirmek için değil kütüphanelerde, bedenini güzelleştirmek için sıra olsunlar kuaför kapılarında.

Bir de anadolu kızı koyalım sınıflara. Mini etek giymediği için ezilen, makyaj yapmadığı için beğenilmeyen, akıllı olduğu için alay edilen. Vurulsun yüzüne hakir görülerek fakirliği. Zengin olmayı istemeyi öğretelim kıza, bu yolda yaşadığı her maskaralığı alay konusu edinelim kendimize mesela. Çatal, kaşık tutmasını bilmesin, markasız elbiseler giysin, annesi ev hanımı, babası Eminönü’nde simitçi olsun mesela.

Okulun en zengin ve yakışıklığı çocuğu aşık olsun bu kıza, kızda ona. Başkaları fakirliği ve edebi yüzünden dalga geçerken, oğlan kızı korumaya çalışsın, kendi edepsizlik seviyesine çekerek. Elbiseler alsın kıza, abisinin yolcu ettiği kızı evinin önünden mersedesi ile alsın, balolara götürsün. Ama sırıtsın üzerindeki dekolte elbise, herkes alay etsin topuklu ayakkabı ile yürüyemiyor diye. İlk kez alkol alsın kız, hiç te kötü olmadığını orda öğrensin. Sarhoşken bilmesin kimlerle dans ettiğini ve eve geç saatlerde gelsin, annesi yalan söylesin babasına arkadaşlarında ders çalışıyor diye. Bu da öğretilsin ergenliğinde aşk hayalleri kuran herkese.

Oğlan evlenmek istesin ve ailesi kızda ne kadar güzel haslat varsa aşağılasın, aşağılasın, aşağılasın. Oğlan ailesini reddetsin bir ajitasyon numarasıyla. Kız kendi ailesiyle utanç duysun mesela.

Zengin ve güzel kızımız da boş durmasın. İntikam duygusuyla başka erkeklerin koynuna girsin, her doğal insan gibi(!)

Okumakta bir yere varılamayacağını bilsin her fakir kız, zengin bir koca bulmak için kitaplara değil aynalara baksın, beyninin ve kalbini değil bedenini güzelleştirmeye çalışsın. Her gün farklı bir marka elbise giyilsin, günlük makyaj yapmak için kozmetiğe yatırımlar yapılsın, dudaklarını beğenmeyip silikonlar yapılsın, moda trendleri kaçırılmasın, erkekleri cezbedecek kırkbin çeşit yollar aransın.

Okullardan ders çalışmadan mezuniyetler verilsin mesela, yıl sonu baloları yapılsın, hangi erkeğin hangi kızla birlikte olmayı hayal edeceği.

Öyle bir okul dizisi olsun ki, hayallerini gerçekleştiremeyen her gence ilham olsun. Kimse heder etmesin kendini okul sıralarında. Yaşayamasa bile yaşıyormuş gibi kendisini bulsun bu dizilerde mesela.

Öyle bir okul dizisi olsun ki, içinde hiç okul olmasın!

2 Temmuz 2015 Perşembe

Yerli Dizilerin Yersiz Ahlaksızlığı

Seksenlerin çocuğuyuz. Yedi yıl boyunca televizyon karşısında “Yalan Rüzgarı” ve arkasından devam eden Birezilya dizilerini seyrederek büyüdük. Ne zamanki bir öpüşme sahnesi çıktı, yüzümüz kızardı, başımızı ters yöne çevirdik ya da kanal değiştirdik. Ailecek seyredilen bu dizilerde belki en çok utandığımız yerin dibine girdiğimiz anlardı. Kaç kere azar işittik “kapatın şu televizyonu” diyerek. Çocuktuk, evli kadınların nasıl sevgilisi olabileceğini, bir çocuğun başka nasıl bir babası olabileceği gerçeğini de o zaman öğrendik.

Doksanlarda serbest piyasa ekonomisinin ülkemizde yaygınlaştığını ve insanların tüketime yönlendirilmesi için yerli diziler keşfedileceğini bilmiyorduk. Üst akılların tek tip insan yetiştirme amacıyla kendi öz kültürümüze yönelik ne varsa yozlaştırma çabası içerisine gireceğini de bilmiyorduk. Rakı sofrasında bir çocuğun babasının karşısında rakı içebileceğini aşinası olduğumuz “Bizimkiler” dizisinden öğrendik. Ancak, bize bazen sıcak gelen ama hiçbir zaman içselleştiremediğimiz bu sanal dizilerde hangi ahlaki değerlerimize tecavüz edildi, bilemedik bile.

Günümüzde ise yaklaşık her tv kanalında hemen hemen hergün yaşamın her alanında bir çok diziyle gençlerimizin en hassas, en ince duyguları istismara uğratılarak, öz kültürlerinden utanç duyacak hale getirilmektedir. Kimi zaman sorumsuz kimi zamanda kasıtlı bu yayın anlayışıyla gençlerimiz güneşin altında bekletilen bir buz gibi eritilmeye mahkum edildi.

Ülkemizde yayınlanan bir dizide bir kıza yapılan tecavüz öyle güzel işlenmektedir ki, adeta planıyla, kurgusuyla ve savunma mekanizmalarıyla ahlaksızlara yol gösterilmektedir. Üçüncü sayfalarda yer alan tecavüz içeren ölüm olaylarında, kurbanın tırnaklarının kesilmesi, tanınmasın diye yakılması, taş bağlanıp denize atılması ve bunun gibi nice yöntemler malesef dizilerimizde ustalıkla anlatılmaktadır. Ve bir kız tecavüz nedeniyle öldürüldüğünde katili biz jandarma eşliğinde inşaatlarda, ücra köy odalarında ve kuytu köşelerde ararız. Ancak televizyona bakmak hiç aklımıza gelmez. Özgecan olayı derin bir üzüntü yaratmıştır hepimizin üzerinde, meydanlara çıkıp bağırdık, lanetledik ancak akşam eve geldiğimizde yine o lanet olası dizileri ailecek seyretmeye devam ettik.

Amcasının karısıyla yaşadığı gayri ahlaki ilişkinin toplum üzerinde ne derece büyük ahlaki yıkımlara uğrattığını daha biz anlayamadan tüm arap ülkelerinde aynı dizinin yayınlanmasının mutluluğunu yaşadık biz. Dünyaya ahlaksızlık ihraç etmenin o iğrenç duygusunu tadamadan.

Senelerce devam eden dizilerde başroldeki kadının kaç erkekle beraber olduğunu sayamadan, hangi çocuğun kimin babası olduğunu bilemeden geçirdik yıllarımızı. Gayri meşru çocuk yapmanın ne kadar doğal olduğunu anlattıklarında o kadınların yerinde olmayı hayal ettik belki çoğumuz. Evli bir erkeğin güzel ve genç bir kıza aşık olup karısıyla boşanmasının doğal bir insan davranışıymış gibi izledik biz. Farketmedik bile şeytanların evli erkeklerin omuzlarına konutlar inşa ettiğini. Evli kadınların hayatlarına heyecan katmak için kocalarını aldattıkları sahneler o kadar güzel çekilmiş ve o kadar dokunaklı anlatılmıştı ki, var olan tehlikeyi sezememiştik bile. Baş kahramanımız alkol alıp efkar dağıtırken kafası öyle güzeldi ki, sözleri öyle değerliydi ki, kafası bozulan kaç gencimiz alkol komasında öldü o ay takip edemedik bile.

Haberlerde karısını kesen, sevgilisini bıçaklayan, evini yakan, tecavüz eden, alkol alıp katliam yapan bir erkeğin haberini seyrederken “erkeklerin ne kadar hayvansı yaratıklar olduğu”  düşüncesinden yola çıkarak meydanlara çıkıp o malum dizi oyuncularıyla birlikte kol kola girip bas bas bağırıyoruz, “Kadına şiddete hayır !”. Bu koskoca suçu kendini bilmez üç beş erkeğe mal edip, kendimizi asıl sebeplerden sıyırıp atmak hep işimize geldi. Kadına yönelik bunca şiddetin temel sebeplerini irdelemek, bu ahlaksızlıkları oluşturan temel nedenleri ortaya dökmek başta medya patronları olmak üzere kimsenin işine gelmedi.

Her gün televizyon başında uyuşturulmuş beynimizin farketmediği anlarda tonlarca sopa yiyoruz. Kendi öz kültürümüze, öz benliğimize sahip çıkmanın derdini yaşıyorsak eğer her dizinin en kötü karakteri biziz. Gayri meşru ilişkiler garibimize gidiyorsa gericiyiz, eşimizi, kızımızı kıskanıyor ve korumaya çalışıyorsak eski kafalıyız, alkol uyuşturucu almıyorsak bağnazız, evli yada bekar farketmez bir sevgilimiz yoksa  safın önde gideniyiz. Eğer ki bu diziler gerçeği söylüyorsa verdiği mesajlarla toplumu doğru yola sevkediyorsa o zaman ya toplumsal ahlak ilkelerimizde bir sorun var ya da edindiğimiz din olgusunda.

Eğer bu sorunun çözümüne yönelik ciddi çalışmalar yapılmassa eğer, bu yersiz diziler, ahlaksızlık zehrini toplumun damarlarına zerkederek toplumsal çöküşümüzün de baş mimarı olacaktır. Bu ahlaksızlığa kayıtsız kalan her birey ise bu çöküşte küçükte olsa bir payı olacaktır. Eğer ki bu yersiz dizilere enjekte edilen ahlaksızlığı garipsemiyorsak, bize artık normal geliyorsa, ailecek izlemekte bir sakınca görmüyorsak, o zaman toplumsal olarak kendi ahlaki değerlerimizi de yeniden gözden geçirmemiz gerekecektir.

15 Nisan 2015 Çarşamba

Yazmıyorum işte...


ben ki ne zaman bir şiire başlasam
tıkanıyor dilimin sözcük damarları
ve ben bir o kadar ketum bir o kadar kekeme
bir şiire en güzel yakışan kelimeler
ben suskun iken eğleşmekteler
ben ne zaman bir şiire başlasam
bir.. iki.. üç.. tıp

ve bir gece uyurken
bir kene gibi
yesin beni yine kelimeler
bu da yazmaz kitaplarda
kelimeler
ne kadar kemirgendirler

19 Mart 2015 Perşembe

Uzak

Öyle bir yazacağım ki !
Farkı olmayacak
Yazdığım öteki satırlardan
Uzanıp defterimin mermer suratına
Bir düş kuracağım
Ötekilerden uzağa olmayan
Hep kı-sa-la-ca-ğım …
Yarım adım bırakacağım artık
Sözcüklerin arasını
Öncesinden fazla çıkmayacak sesim
Su-sa-ca-ğım
Yine…
Yine yakalanacağım